27 Ocak 2014 Pazartesi

İki Güzel İnsan 1…

Süleyman'ı Temsilen...


Gündüzlerin gecelere karıştığı günlerde mutluluğun küçüğüne o kadar alışmışız ki büyüğünün nasıl bir şey olduğunu unutmuşuz. Tatsızlık ve cenabetlik her yanımızı o kadar sarmış ki neyin nasıl olması gerektiğiyle değil nasıl olduğu üzerine ahkâm kesmeye başlamışız. İstediğimiz şeyi çok iyi bildiğimizden o kadar eminiz ki peşinden koştuğumuz rüyaların karıncalanmış televizyon ekranına benzediğinin farkında değiliz. Böyle durumlarda hayatımızın köşe başlarında duran ve en mahremimizi bilen güzel insanlardan medet umar hale gelmişiz.

Benim güzel insanlarım Süleyman ve Osman. Bu iki kafadar benim her şeyimi bilirler. Birbirlerine kardeş kadar benzemelerine rağmen dünyaları farklıdır.

Bir laf var; gerçekler ve doğrular vardır ama her gerçek doğru olmak zorunda değildir diye. Süleyman’ın düşüncesel bakışını bu lafa bakarak anlayabiliriz. Doğruları direkt olarak laf karıştırmadan insanın gözünün içine bakarak söyler. En sevmediği şey bir olay anlatırken veya birisiyle herhangi bir konu hakkında laflarken karşısındaki kişinin başka bir şeyle meşgul olması, bakışlarının ve ilgisinin başka yöne kaymasıdır. Kişilerin onunla birebir muhatap olmak yerine diğer teknolojik yollara veya başka kişilerin kibar bir dille tarafın ağzından çıkar gibi yuvarlak kelimelerden oluşan cümleciklerle durum üzerine açıklamalar yapmasıdır. İster ki insanlar ona karşı dürüst olsunlar, ona onun hak ettiğine inandığı şekilde baksınlar, hor görmesinler.

Gerçeği görerek hareket etmesi kafasının içinde dolanan tilkilerin ona sadık olmalarını da beraberinde getirir. Onun kafasındaki tilkiler anarşik değil sistem yanlısıdır. Komün halinde yaşarlar, aralarında muhtar ve ihtiyar heyeti seçimi yaparlar. Nüfusları az olduğu için de mutlu mesut yaşarlar.

İyi insandır bizim Sülo, çocuğa özgü bir saflık ve iyi niyet vardır içinde. Düşene bir de o vurmaz. İnsanın bakışından derdinin ne olduğunu anlar. İsterse elinden geldiğince yardıma koşar. Yeri geldiğinde de yüzüne karşı tüm olan biteni, kavramları karıştırmadan acımasızca anlatır. Bir nevi gözünü açar adamın kızarak.

Severiz, güzel insan Süleyman’ı. En son televizyonumun karıncalanan ekranını düzeltmek için bir saniye bile düşünmeden çatıya çıktı anteni düzeltmek için. Baktım ekran aynı tas aynı hamam zorla indirdim aşağı. İki tek attık kendimize geldik. İsterseniz size de gelir, gocunmaz.

18 Ocak 2014 Cumartesi

Bir Garip Hikayesi 3





Yine yoldayım, normalde uzun süredir bir yere yetişmeye çalışmıyorum. Ne gerek var ki, zaman o kadar değersiz ki… O koşuşturmadan eser yok ama geç kaldım, evet uzun süredir ilk defa bu duyguyu hissediyorum. Parfümü 2 fıs daha az sıksaydım, saçlarımı 3 saniye daha az tarasaydım. İlk bulduğum gömleği giyseydim. İkinci, üçüncüyü denemeseydim. Bot mu normal ayakkabımı tereddüdü derken, evet geç kaldım. Yarım saat diye söz verdim ama 1 saate yakın sürdü gideceğim yere varmam. Ama geç kalmışım, iyi ki geç kalmışım… O manzaraya nasıl şahit olacaktım ki başka türlü.

Otobüs bekleme gerilimi derken geldi ve bindim. Uçarak giden otobüsleriyle Bursa Belediyesi ulaşımda çığır açtı gerçekten. Yani helikopterle İstanbul’a götürüyorlar falan hikaye. Şoförler bildiğin kaptan pilot! Maşallah, nazar değmesin yani. En rahatsız yere oturursun, elini kolunu nereye koyacağını bilemezsin, bir tedirginlik vardır devamlı üstünde. Ahanda şimdi frene asılacak bende sinek gibi ön cama yapışacam diye.

Gider bir müddet, yerini değiştirmişsindir, daha rahatsındır şimdi. Ama o da ne Bursa’da trafiğin işi ne! Kaldın şimdi, ne yapacan orda seni bekliyorlar. Diye bir endişe. Ne yalan uydursam diye düşünürken. Meydanda sabit kaldın. İyice gerildi ortam, inip yürüsem mi acaba? Ama ya açılırsa yol? Oturamazsın bir türlü oturduğun yerde, montun sıcak gelmeye başlamıştır. İnceden bir terleme gelir sıcaktan. O kadar parfüm boşa ya, nefret ediyorum terden. Offff diye söylenirsin içinden…

Kafamı bir çevirdin, büyük fişkiyenin altında 40’li yaşlarında bir amca takıldı gözüme. Üstünde eskimiş kahve kadife ceket, içinde yarı yünden kırık beyaz bir hırka, altında yeşile çalan bir kot, ayağına iskarpini çekmiş, saçları bolca yağlanmış, belli ki uzun süredir yıkanmamış. Meydanın göbeğinde durmuş, elinde vuvuzela (Afrika borazanı) kılıklı bir şey gelen geçen arabaları selamlıyor. Biraz öttürüyor, ardından arabaların üstüne atlayacakmış gibi bir heyecanla el sallıyor. Yüzünde kocaman bir gülcük, o kadar ki gülüşüne bakmaktan alnındaki kırışıklıkları, ördek ayaklarını fark etmek çok zor. Hafif kıra çalan bıyıkları gülüşüne fon yapmış, ortama renk katıyor. Ayakları fişkiyeden taşmış suyla ıslanmış, umrunda değil dünya. Trafikten bunalmış, insanlara neşe saçıyor.

Ben otobüsün camından onu izliyorum kilitlenmiş bir şekilde. Beklesin biraz daha diyorum, bu an bitmesin. Derken kafamı döndürdüm, otobüsün içinde ne oluyor diye. Ergen sevgililer, birbirlerini dürtüp amcayı gösteriyorlar, bir yandan da gülüyorlar. Öbür tarafta otobüs teyzesi tetikte durağı kaçırmayım diye. O ilk bindiğinde gözüne çarpan meymenetsiz suratlı kızın yanaklarında iki tane gamze. Helal sana be amca, bu somurtuk ‘vayt çaklıt mokha’ tipli kızı bile güldürdün ya.


‘Kaybedilmiş günlerin en kötüsü, bir defacık olsun, gülmeden geçilenidir.’
                                                                                               Nicolas Chamfort

12 Ocak 2014 Pazar

Bir Garip Hikayesi 2…





Bir Garip Hikayesi 2…

Akşam eğlencesinden dönüş yolu saat 02.00 suları Beşiktaş çarşıda, sakin sokaklarda ellerim cebimde kafama parkamın şapkasını çekmişim salınaraktan ilerlemekteydim. Kafam rahatlamış, kurtlarımı dökmüşüm en genişinden hem söyleyerek hem oynayaraktan. Kafam rahat, tatilin son günlerini geçiriyorum en dolusundan. Kafam rahat, ödemişim harcımı, borcumu beklenmedik bir anda.
Çarşının gün içinde en az 2milyonu bulan canlı nüfusundan eser kalmamış, sokaklar boş. Taksiciler orda, her zamanki yerinde, Hacıoğlu’nun karşısındaki arada beklemeye dalmışlar. Seyyar köfteciler de orda, her zamanki yerinde, 200 metre aralıklarla konumlandıkları yerlerinde ekmek derdindeler. En dertli ya da en keyifli anlarımın bire bir şahidi olan büfe de açık her gece olduğu gibi.
Sakin ve yorgun yürüyorum sokakta hafiften sesim kısılmış. Halıcının oradan dönüp sıcak yatağıma ulaşmaya daha da yaklaştığım anda görüyorum, hayattan yediği kazıkları toplasan eski Bizans döneminde Osmanlıyı anlatan Cücü’nün oynadığı Karamurat serisindeki Bizans zindanlarına birkaç bölüm malzeme çıkaracak kadar çok, bir o kadar da acı verici rakamlara ulaşabilecek dingin Muhterem abiyi. 
Muhterem abi 40’lı yaşlarında, ayağında o kazıklardan en çok hasarı gören siyahı artık seçilemeyen potinleri, üstünde birkaç kat battaniye yerden tahmini iki karış yükseltideki fayans yüzeyin üstüne domates sandıklarını koymuş uyuyor sessiz sedasız. En üstteki battaniye kırmızı – beyaz renklerde gibi duruyor bulandığı lekelerden ayırt edilebildiği kadarıyla. Kafası küçük bir delikten çıkıp dışarıda kalmış o soğukta.
Sırtı sokağa dönük uyuyordu. Yakınlarına bir yere oturdum, deve yakıp içlendim en derininden. Nasıl bir hayat bu, nasıl bir kayıp bu muhterem kişilik bizim için? Derinden nefes çekip onu seyrettim dakikalarca…
O sırada karşımda duran çöp torbalarının içinden sarı – beyaz tonlarda tatlı olduğu kadar vahşi kedi dışarı zıpladı. Bulduğu küçük parçayı parçalamakla uğraşırken etrafına bakınıyordu kim var, kim yok diye. Mamasını bitirdikten sonra Muhterem abinin sandıklarının altındaki boşluğa girip uzandı mırlayarak.
Aklımdan ne yapabilirim ki diye düşünürken, 3 tane zibidi yattığı yerin yakınlarındaki pilavcıdan dışarı çıktılar. Muhterem abinin yanından geçerken bağıra çağıra konuşmaları uyandırdı adamı, kim bilir nasıl başardı o şekilde uyumayı.
Üstündeki battaniyeleri zorlukla sıyırıp dikildi, bana dönüp; ‘abicim, sigara var mı?’ diye sordu. Çıkardım verdim bir tane, yaktım onunla birlikte. Bekledim konuşacak, bir şeyler söyleyecek diye.  Sigarası öldü, dönüp bana baktı; ‘S.ktir şimdi!’ deyip battaniyelerine sarıldı. Kedi az ilerdeki çöp torbalarına doğru ilerliyordu.

8 Ocak 2014 Çarşamba

eğer şimdi değilse, eeee ne zaman…




daha ne kadar!... hı ne kadar?

nasıl gidecek böyle, durgun

fırtınalar kopuyor tuğlaların dışında

yaprak kımıldamıyor soğuk parkede

dışarısı karanlık, sessiz

aydınlatıyor 20 watt’dan, yalandan

tanrının eli, benimkiler ufak ama

yaklaşamıyor yanına

karanlık, seçemiyorum…

bir ışık var, orda, uzakta

kafesin için karanlık, bekliyor aydınlanmayı

yalandan değil ama

gerçekten, şöyle titreten cinsinden…

peki ne zaman! Neyi bekliyorum…

ne kadar daha bekler bu et parçası

onca şeyin peşine, artık zamanı gelmedi mi!

gelmedi mi gerçekten?...

eğer şimdi değilse, eeee ne zaman…

5 Ocak 2014 Pazar

Bir Garip Hikâyesi 1





 Boş sokaklarda yürüyorum evime doğru yavaştan. Hava her zamanki gibi kuru soğuk. Sol tarafımda yıllardır bir türlü bitirilemeyen inşaatın kalıntıları, sağımda uzun zaman öncesinden kalma soluk süt mavisi renkte iki yeni bina arasında sırıtan altında açık mı kapalı mı olduğunu fark etmediğim elektrikçi dükkânı bulunan iki katlı müstakil ev. Karşımda gündüz vakti en işlek zamanında bile nüfusu 200ü geçmeyen araç trafiğine kapatılalı birkaç yıl olmuş cadde.

Saat 24.00’ı biraz geçmekte. Saatlerdir internet cafede kafa ve göz patlatmanın verdiği sıkıntıyla devemden bir tek aldım,  İneğimi çaktım, derin bir nefesi ciğerlerime doğru çekerken yanıma bir velet yaklaştı; ‘Abi bi sigara versene beee!’. Şaşırdım, normalde isteyen herkese hiç düşünmeden uzatırım bir tane ama çocuğa bir baktım. Yaş en fazla 12, boy 1.40, üstünde yırtık soluk beyaz ve kırmızı tonlarda bir mont, ayağında teki burnundan patlamış çamur içinde bir kösele, başında ise kafasıyla orantılı küçük beresi, kendi gibi kara gözleriyle bana bakıyor. ’Vermem abicim senin yaşın çok küçük!’ deyip başımdan savdım.

Ben yoluma devam ettim, baktım o meşhur meyhaneler sokağından devam ediyor, ilgilenmedim. Her akşam olduğu gibi Osman abinin yanına uğradım, bir gazoz açtım birde çikolata aldım, öyle laflıyoruz noldu, ne bitti gibilerinden derken baktım o velet yanımızda bitti. ‘Osman abi bi kibrit versene be!’. ‘Sen kimsin, neyin nesisin, ne işin var çocuğum bu saate dışarıda, anan baban sormaz mı, beklemez mi?’ diye sormamla başladı anlatmaya.

‘Abi benim adım Polat, beni herkes tanır burada, sen beni küçük gördün ama al bak yaşım 15.’, deyip kimliğini gösterdi, onuda yanında taşıyor velet. Annesinin adı Hatice, babasının ki Rıza. Babası Edirne’de hapishanede yatıyormuş hırsızlıktan. Annesi de Burgaz’a kaçmış her şeyi bırakıp. ‘Sen niye gitmedin annenle, niye gitti ki seni burada bırakıp?’. ‘Abi ben yukarıdaki Çingene mahallesinde kalıyom, evin bir sürü borcu vardı dayanamadı kaçtı kadın. Bende burada kaldım şimdilik, para bulabilirsem gidecem.’. Okula devam etmemiş ilkokuldan sonra, işi gücüde yok olmasın da zaten bu minyon yapısıyla kimse onu işe almaz. Resmen ses tonuyla falan ufacık bir velet gibi duruyor. Hani büyümüş de küçülmüş derler ya o hesap bu küçük adam.

‘Abi sen demin bana niye sigara vermedin? ’ dedi. Aynı cevabı verdim ; ‘Yaşın yinede küçük!’.  ‘Peki!’ deyip yanımdan uzaklaştı. Baktım meydanda bir o yana bir bu yana dolanıyor. Şehrin gizli sahiplerinden birinin elinde şarap şişesi meydanın ortasında oturuyor. Onun yanına gitti önce ona sordu. Baktı iş yok tekrar Kasaplararası’na doğru yöneldi, bizde Osman ağabeyle bu olanlarla ilgili konuşmaya devam ediyoruz. Sonra tekrar çıktı meydana doğru elinde küçük bir yavru kedi çömeldi duvar dibine onu seviyor. Bir yandan da göz ucuyla beni kesiyor; ‘Bir tane versen nolurdu sanki!’ der gibi, gitmeye de niyeti yok. El ettim yanıma geldi elinde sarı beyaz tonlarda kedi. Çıkardım cebimden bir tane deve uzattım; ‘Hemen evine git, bu soğukta daha fazla dışarıda kalma.’. Başını salladı, yaktı yavaştan yürüyerek uzaklaştı. Baktım kedicik arkasından bakıyor.

Osman ağabeye dönüp; ‘Bu nasıl iş ya, yazık daha küçücük! ’. Yüzünde o buruk bakış; ‘Ne olur bunun hali?’. Ne olacak; ya babası gibi hırsız olur, ya eline üç kuruş tutuştururlar adam vurdururlar ya da kuru işine karışır. Kedicik de etrafa bakınarak küçük adımlarla çöp kutusunun yanına doğru gitti.