9 Kasım 2016 Çarşamba

Bir Tohum Hikayesi…




Biz neden sevemiyoruz birbirimizi çiçeğim, hımm, neden! Sevmek bu kadar güzel bir şeyken, ben bu kadar güzel severken, sen bu kadar güzel gülerken… ‘Yeni’ bu kadar severken peyniri, kavunu… Akşam esintisi bu kadar severken kumral saçlarını, sigara bu kadar severken dudaklarını, elma sevdalıyken kurduna… Şu dalgaların sesine, şu denizin kokusuna vurgunken kulakların, narin burnun… Dolunay yapışmışken göz bebeklerine, biz neden sevemiyoruz birbirimizi, sevmiyoruz…

Ekim 30’lu yaşlarında, artık sevdaya hasret bir garip oğlan. İyi bir aileden geliyor ama öyle herkesin anladığı anlamda değil. Zengin değil, ağzı iyi laf yapar ama. Yakışıklı mı? Ehh işte idare eder, ama gülerken gözleri kısılıyor gayri ihtiyari, dikkatli bakarsan görüyorsun kirpiklerinin içi gülüyor. Yatı, katı, malı mülkü yok ama işi fena değil, çoğunda gözü de yok zaten. Konuşurken gözünün içine bakıyor insanın, özellikle kalp ritmi yükseldiyse seçerek döküyor dilinden çıkan kelimeleri. Takıntılı biraz, inatla içine sinmesini bekliyor, sabırlı da yani. Bekler, yorulmaz ama takar… Sezisi yüksek o yüzden inatlaşıyor çoğu zaman, çoğunda da haklı çıkıyor, özellikle olumsuz bir şey hissettiğinde, ama saf biraz ve net, anlayamıyor karşısında açmakta olan çiçeği. Bir koku alıyor önce, sonra gözleri ışıldıyor, sonra da dokunmak istiyor ama içi titriyor, zarar verir miyim diye, sabırlı ya, bekliyor paşa. Bekliyor ki çiçek ona gelsin, kendi desin bak ne güzel kokuyorum diye.

Papatya 20’li yaşlarında, orta hal bir ailenin zeki, çalışkan, azimli, bir o kadar kanaatkâr kızı. Dışardan bakınca çok güçlü, çok kuvvetli ama bir o kadar narin. Bir demetin içinde dikkat etmezsen ilk solacak olan, ama şöyle bir başını geri çekip öyle bakarsan ilk göze çarpan. Yorgun gibi de aslında, yaprakları incecik, ufacık bir dokunuş, bir dikkatsiz söz, bir yan bakış, bir anlık boşta bulunma sebebi oluyor bir yaprağına. Seviyor, seviyor falı bakamazsınız onla, çünkü sevmiyor, inanmıyor da fallara. Bir ince tını, bir güzel söz, bir kafiye hayata dair, annesinin elleri, babasının sözleri, kardeşinin gözleri… Bunlar değer katıyor hayatına, bir de uzaktan el sallayan dostum dedikleri. Gerisi fal, berisi yağmur-kar, ilerisi umut, bir su bir de küçük toprak ona hayat veren.

Ekim uzakta sevdiğine ve biliyor ki ne kadar uzaksan sevdana aslında bir o kadar yakınsın yalnızlığına. Lazım yaklaşsın, hep olsun yanı başında. Duramadı daha fazla, çünkü soğudu hava... Belki başka bahara…

Arka fonda; Halil Sezai- Duyanlara Duymayanlara…

7 Kasım 2015 Cumartesi

O Kadın Hikayesi…



Biz üzülüyoruz ya, çok dertliyiz hani, çok büyük sorunlarımız var falan… püff…

'O' kadın, 30.Ekim’e kadar öldürülen 264 taneden biri, olabilirdi, belki +1’i. Kurtuldu mu? Daha değil, çünkü ısrar ediyor, hala o tehlikeli oyunu oynamaya.

Bir çocukla görüşmeye başlamış, daha 16 yaşında. Öyle en basitinden, pastanede muhallebi falan. Küçük kurlaşmalar, kaçamak bakışlar, aşka benzeyen ilk şey. Okul çıkışında yan yana yürüyor. Elleri birbirine çarpınca, heyecanlanıyor, tüyleri diken diken oluyor. Arkadaşıyla fiskos yapıyorlar, çok yakışıklı çocuk, ne kadar güzel gülüyor falan diye. Ne kadar şairane!...

Ama ailesinden korkuyor, devamlı kaçamak, bir açık vermeme çabası. Derkeeeen, kuzen, ah o kuzen yok mu? Bir sıkı tutamadı ağzını, hem kendini, hem onu yaktı.

Aile, Anadolu insanı, baba işçi, anne ev hanımı, tek kızına gözü gibi bakıyor, üzerine titriyor. Aslında maddi, durumları kötü, baba taxi şoförü, bir sürü insan görüyor, şahit oluyor. Tanımak istemiyor, her kaldırım kenarında durmuş, mini eteğiyle elinde sigara ortalığı gözleyen 20’li yaşlarında bir kız görse içi titriyor, başını çeviriyor, el etse de almıyor arabaya, içi el vermiyor.

Anne, iç Anadolu’nun çorak topraklarında ibadet içinde büyümüş, başı örtülü, mutaassıp. İnanılmaz titiz, evine bağlı, beyine sadık, çocuklarına melek, ana işte. İki kız büyütmek, hem de namusuyla kazanıp. Arada temizliğe gidiyor, evde dikiş yapıyor, Bey’inden gizli. Çünkü çok üzülür, biliyor. Adam az değil, 2 günde bir ekstra’ya çıkıyor, birde sarhoş topluyor gece pavyondan.

Kuzen gevezelik etti, nişanladılar kızı, daha 16 yaşında. Okulu bırakmak zorunda kaldı. Neden mi? 'O' da anlamadı, gayet devam edebilirdi ama olmazdı. Babasının bir saygınlığı vardı, yıllarca verdiği emeğe istinaden. Elde yok, avuçta yok, bir sohbeti muhabbeti kalmış, laf getirmektense feda etmek zorunda kaldı bir canını.

Evlendirdiler, manyağın tekiyle çok sürmedi, büyük şehre gittiler, çocuk ikisi de daha. İkisinde de diploma yok, ellerinden bir işte gelmez. Bir tekstil atölyesine girdiler, çalışmaya başladılar. Üç kuruş parayla 5 kuruşluk huzur aradılar ama...

Çocuğu hafif sentetik uyuşturucuya bulaştırdılar. İlk başta tatlı geldi, hem para kazanıyor hem kafa yapıyordu. Unutuyordu hayallerini ve gerçeğini. Kız da şaşkındı, bir iki derken, para lazım. Sermayenin kralı var, 'O', evet 'O' kadın. Önce tedarikçi abisine, sonra borçlandığı patronuna, oradan tekstildeki patrona… bu son, kaçacağız buralardan, bırakacağım artık diye diye 18 kişiye oyuncak etti 'O'’nu.

Kız 18’ine gelmişti, dayanamadı, kaçtı, ailesinin yanına, bin bir özür, bin bir pişmanlıkla. Can, derler ya atsan atılmaz, satsan satılmaz diye. Can’larını aldılar yuvalarına ama daha fazla kalamazlardı orada. Toplanıp gittiler başka bir Anadolu kasabasına, iyi gibiydi her şey.  Ama yeni bir hayat, yeni insanlar. Tabii yeni işler. Baba amelelik yaptı bir süre, sonra birinin taksisinde çalışmaya başladı yine. Anne, yeni komşularına alışmaya çalışıyor.

'O' mu? Ölmedi daha, ama güzel hayatlar görmüştü, işiltili insanlar. Para lazım, aile nefes aldırmıyor. Zar zor çalışmasına izin verdiler, tanıdıkları birinin yanında. Yakından bakınca bir sorun yok, gülmeyi unutmamış daha. Ama şöyle azıcık başını geri atıp baktığında anlıyorsun, acısını. Sevemiyor çünkü,  güvenemiyor, ya yine yaparlarsa, ya daha kötüsüne denk gelirsem.

Tanıştığı yenilere anlatıyor hikâyesini, güvenebileceğini düşündüklerine. Biliyor, ya da öyle sanıyor. Kimse sevmeyecek onu. 'O' da intikam alıyor, isyan ediyor hayatına. 'O' seçiyor artık, kiminle birlikte olacağına 'O' karar veriyor, karşılığını da alıyor, nakit olarak.

Bugün de ölmedi, nefes alabiliyor az hırıltılı da olsa… nice günlere…

Not: Arka fonda Melis Danişmend- Misafir(Kurban cover) çalıyordu…

17 Mart 2015 Salı

Bir Garip Hikayesi 5



Şimdi sen öyle bakıyorsun ya, yan gözle, kirpiklerini altından kıs kıs, aslında görmüyormuş, ya da ilgilemiyormuş gibi…İşte orda canımdan can alıyorsun, eritiyorsun kalbimi, harlıyorsun ateşini…diyebilmeyi çok istemişti.

Bir Pazar sabahı kahvaltı öncesi kahvesini yudumluyordu, göl içi köyün asırlık çınarının altında, gıcır gıcır seslenen eski tahta koltukların üstünde, kazları izlerken. Ara sıra gelirdi buraya ama çok sık değil, korkardı alışmaktan ve bayağılaşmasından. Birde takıntılı bir tipti, en son yalnız gittiği yere yine yalnız gitmek, sevgiliyle gittiği yere de yine bir sevgiliyle gitmeliydi. Bu yüzden özlediği halde gidemediği, göremediği, anılarını yenileyip eskilerini süpüremediği bir sürü yer vardı ziyaret ettiği şehirlerde. Hala inat ediyordu mesela, kendini belki de evinde gibi hissettiği nadide yerlerden biri olan tarihi kuleye gitmiyordu, gitmeyecekti de.

Hava hafiften esiyor, çınarın dalları tomurcuklanıyordu. Gölün suyu kıştan kalma çamurluydu hala, köprü ayağındaki yosunların tazeliğinin kokusu geliyordu burnuna, sular daha yeni çekilmeye başlamıştı, hala ıslatıyordu arada sırada yeşillikleri. Civardaki kuşlar, karabataklar, kazlar, hala hafiften suyun altında kalmış kenar bölgelerde, yeni yeni yetişmeye başlayan otlarla, aralardaki böceklerle besleniyorlardı. Daha hareketlenmemişti buralar, daha tam sezonu açılmamıştı, yazın daha da güzel olurdu çoğusuna göre. O ise tamda bu zamanlarına hayrandı. Mevsimin geçişini tüm zerrelerine kadar hissediyordu bu yüzlerce yıllık eski yerleşim yerinde.

Öyle tam teşekküllü bir kahvaltı yapmazdı burada, önce bir kahve, duyuları açılsın diye. Sonra çift kaşarlı bir tost, özellikle eski kaşar koydururdu, yanına da taze, demli ince belli. Öyle alıyım son moda kitaplardan, kenarda sessizce okuyayım, entel havalarında takılayım gibi bir tarzı hiç olmadı. Sevmezdi kitap okumayı, zamanı, gerçekten yapacak bir şeyi olmadığı zaman evinde okurdu. Yalnız bir adamdı zaten, yıllardır yalnız yaşıyor ama bir gün yalnız ölmekten korkuyordu. Geliyor, oturuyordu öylece, telefonu sessizde, akıl defteri elinde aklına düşenleri not ediyordu, ortama büyülenip unutmamak için.

Ne kadar zaman geçti farkında değil, etrafındaki masalara bir sürü insan geldi oturdu, gitti. Gıcırtılarından anlıyordu geleni gideni. Bir ara kafasını çevirdi sağına doğru. Göz göze geldiler, kıvılcım çıktı gözlerinden. Saatlerdir konuşmamıştı, şuan zaten konuşamazdı da… Derin bir nefes aldı…ve verdi. Sonra başını çevirdi. Kalbi daha hızlı atıyordu, elini ayağını ne tarafa koyacağını şaşırmıştı. Gayri ihtiyari, sol bacağını sağ bacağının üstüne attı. Vücudu sağına doğru döndü. Bir kez daha kaldırdı başını, kahkülünün arasından sol gözüyle kaçamak bir bakış yakaladı, daha fazla bakamadı, yapamadı, diyemedi… sol bacağını indirdi, uzun uzun uzaklara baktı ve derin ama sessiz bir oh çekti… Devesine uzandı, gözlerini kısıp bir nefes aldı… boş gözlerle hülyalara daldı…        

24 Kasım 2014 Pazartesi

geçmiş...



Enteresan bir şekilde başkalarının hayatlarına odaklanıyoruz, neden? Hıh, neden! O napmış, kiminleymiş, nerdeymiş, bla bla bla… hayatın içine o kadar dalıyoruz ve o kadar unutuyoruz ki yaşadığımız her şeyi ve anları, yaşadıklarımızın zamanlarını o kadar karıştırmışız ki birbirine ne ne zaman olmuştu diye düşünürken kafama ağrılar girdiğini fark ettim. Sonra aslında olayların zamanlarını anlamaya çalıştığımda ve bir yere oturtmaya başladığımda aslında çoğunda hata yaptığımı gördüm, face dediğimiz aslında bu kadar zaman sonra dijital bir günlük olduğunu fark ettiğim şey sayesinde. Ne kadar çok şey paylaşmışım kendimle ilgili ve aslında ne kadar yanlış anlatmışım kendimi kendime kendi doğru bildiklerime tutunarak.

Eski dostlarımın aslında ne kadar eski olduklarını anladım önce ve şuan olandan daha fazlasını nasıl kaybettiğimi fark ettim. Daha çok doğum günü tebriği alıyormuşum mesela, yazılı olanları geçtim telefonla arayanlar ve şimdi aramayanlar aklıma düştü birden. Sonra bir dostumun, ‘Engin otomatiğe bağlamışsın, herkese aynı cevabı yazmışsın, teker teker cevaplamak bile zor gelmiş’ diye ettiği sitemi hatırladım. Şimdi o dostum arasa, Engin nasılsın diye sorsa, dünyanın en mutlu insanlarından biri olurdum herhalde.

Eski fotoğlarıma baktım, bi dolu sorunla uğraşıyodum ama gözlerimin içi gülüyormuş, şimdi ise foto çekmek gelmiyor içimden, zaten neyle çekilecem ki o da ayrı bir konu. Elimde küçük bir kedi yavrusunun olduğu fotoyu gördüm, duygulandım. Hatırlıyorum o günü, Kadıköy’de dolaşıyorduk adamın biri satıyordu o kedileri, 2 taneydiler. Almak istemiştim hakikaten ama yurtta kalıyordum, bakmam mümkün değildi. O anın üstünden nerden baksan on yıl geçti, 4 tane ev değiştirdim ama o kediyi hala alamadım.

Sonra Tarabya sahilde mezniyet gecesi çekildiğimiz fotoyu hatırlıyorum. Çok sevdiğim bir dostum, şimdi evlendi Allah mutluluk versin, sabaha kadar kafası güzel gevezelik yapmıştı. Hatta o kadar Leyla olmuştu ki sabahın bir köründe yatsın, artık uyusun diye halay çekmiştik evin içinde. Sonra öğlene doğru uyandığımızda fark ettik ki halay sırasında birimiz tekme atıp kalorifer borusunu kırmışız, salon su içindeydi. Usta getirdim, adam eve girdiğinde baktı her yerde birileri yatıyor, ‘abicim siz ne yaptınız bu evde demişti’ cevap veremeyince işini yaptı usul usul gitti evden.

Sonra o fotoğrafı gördüm, hayatım boyunca yaşadığım en güzel anlardan biriydi herhalde. Çok güzel gülmüştük, çok derinden. Sabahında kardeşim ‘abi kim koymuş bu direksiyonu bu ağacın tepesine’ deyip kahkahalarla uyandırmıştı beni. 2 hafta önce oradaydım, aynı yerde oturup meşhur tostundan  yedim. Gece karanlığında hafif esen rüzgarda denizi seyrettim, bomboştu sokakları. 2 duble rakı içmek istedim, baktım tek başına tadı çıkmayacak, yaz aylarındaki gibi cıvıl cıvıl değil, vazgeçtim.

O meşhur sözü geldi aklıma bizim çılgının,‘Nihat doğan survivorda, cengo çadırda’ yeşiller üstümde, çamurlu postallarım ayağımda halimi görünce. O günün ertesi fırtına çıktı kamp alanının olduğu yerde, ben gece nöbetinden çıkmışım gündüz uyumaya çalışıyorum. Bir baktım ki içinde yattığım çadırı uçmasın diye dört bir tarafından tutmaya çalışıyorlar. Noluyor dememe kalmadı, çadırın bir ucu havalanmıştı bile. Dışarı çıktığımda çadırın biri çoktan uçmuş, askerler peşinden koşuyorlardı tutmak için, malum devlet malı.

Bursa’da basamaklardan inerken ki halim canlandı gözümün önünde. Deli gibi oynamıştık o gece, güzeldi her şey, herkesin gözlerinin içi gülüyordu. Ananem zar zor yürürken o kadar yolu gelmişti torununun mutlu gününde yanında olmak için.  seninle tattım ben her mutluğu… diye çınlayan bir nağme hatırlıyorum derinlerde bir yerde. Çok değil 1 sene sonra ne gül kalmıştı ne de su.

Sonra yoğun geçen bir iş hayatı, bir elimde çanta diğer elimde bavul, üstümde kalın bir kaban, bere, eldiven, şal ve botlarımla Kütahya’nın kar tutmuş sokaklarında defter satmaya çalıştığım günleri hatırladım. Bu sefer yalnız değildim, bavulum eşlik ediyordu bana, 2 ay önce aynı bavulu Balıkesir’de otelde unuttum. Gecenin bir yarısı Çanakkale’de temiz çamaşır, gömlek falan aramıştım. Çocuk az kaldı satıyordu bana 6xl gömleği. Denemesem yeni sünnet olmuş çocuklar gibi çıkacaktım müşterilerin karşısına.

Bir dostu gördüm mutlulukla, tüm sıcaklığıyla hayatıma dokundu, bana kapısını açtı, sorgusuz sualsiz hayatına aldı beni, belki de en zor anlarımda yanımda durdu. Sonra mecburen gitmek zorunda kaldı. Şuan arayıp zordayım desin, yetiş demesine fırsat vermeden yola çıkmış olurum bile.

Şimdi mi! Şimdi de bir şey yok, hatırlanmak istenen güzel anılar, kendini zorla hatırlatmaya çalışan acı tecrübeler ve bilinmezlik ama şımarıkça hatırlanmak istemek. Sana soruyorum Engin ARINAN, kendini hatırlatmak için ne yaptın. Kalbini kırdıkların ya da umursamadıkların, amaaaan boşver dediklerin,  boşladıkların yanında mı olacaktı, herkes... neyse boşver... 

23 Kasım 2014 Pazar

Acı Bir Bahar Hikâyesi…



Çok keyifli bir meclis kurulmuş Çanakkale sahilinde, Meşhur Kavala Balık’ta. İllaki başımıza bir büyük gerek. Bir’i kesmedi o ayrı. 3 güzel insan ve Bahar Hanım. Oradan buradan, ağırlıklı iş üzerine yüzeysel, derinlemesine girmeden ama arada kulakları da çınlataraktan devam ediyor gece. Ağır bir keyif ortamı, uzun zamandır arayıp ta bulamadığım tat, lezzette.

Bahar hanım kenarda sakince yudumluyor kadehini, mezelerden tek lokma dahi almadan. Arada laf atıyorlar sırf ortama dahil edelim gibilerinden ama hiç oralı değil. 2 cümle kurup devam ediyor keyfine. Sıfır ego, ben bayan olarak buradayım biraz dikkat edin söylediklerinize gibilerinden trip atan tiplerden değil. Birkaç defa sağın dudağının kenarını hafif yukarı kaldırarak hafif gülümsemesini yakalım o kadar. Kulağı bizde belli ki, küçük mimiklerle gösteriyor dinlediğini. Bir ara gerçekten, saygısızlık olmasın diye böyle yaptığını düşündüm, aslında dinliyormuş gibi yaptığını düşündüm. Ama yanıldığımı çabuk fark ettim.

Bahar hanım; 40’lı yaşlarında 100 kilonun üstünde, temiz yüzlü, sakin, özgüveni yerinde,  mütevazı ve ağırbaşlı asil bir bayan. Uzaktan baktığınızda dikkatinizi çekmez, yanından geçer gidersiniz. Aynı masaya oturduğunuzda ister istemez dikkat kesiliyorsunuz. Bu kadının olayı ne diye geçiyor içinizden. Ben meclisin küçüğü olarak, düstur gereği çok fazla sorgulayamadım ama içimden bir karakter yarattım hemen.

Çok sevmiş, genç yaşta kaçarak evlenmiş. Dayı amca vasıtasıyla bir kamu bankasına girmiş. Sonra ağır bir hastalık geçirdiği için malulen emekli olmak zorunda kalmış. Biri lise diğeri ortaokul yaşlarında iki  kız çocuğu var. Hastalığına, kaybettiği eşi sebebiyle çektiği acı sebep olmuş. Çok çalışmış, çok görmüş, çok yorulmuş kırk yılda bir dışarı çıkan. Tüm hayatı kızlarının geleceği olmuş. Muhtemelen şuan ek olarak başka bir iş daha yapıyor. Belki de aynı anda annesine de bakıyor. Eşini hala içinde bir yerlerde saklıyor. Ama hatalığı yüzünden ondan uzaklaşmış, karmaşık bir bayan.
Hakikaten çözmekte zorlandığımı hissettim ve bir yandan beyaz huzur’u yudumlarken, diğer yandan huzursuzlaşmaya başlamıştım ki laf en sonunda döndü dolaştı Bahar hanıma geldi. Oda gayet net bir şekilde başladı anlatmaya, sakince.

Yüksek tahsilliymiş, aynı zamanda İtalyan mutfağı şefiymiş. Hayatının bir kısmı Roma’da geçmiş. Aileden zenginmiş, aslında parayla pulla işim yok dedi, gayet rahat bir şekilde. Çanakkale’nin en zenginlerinden biriyim dedi, ama beni tanımazlar, bankalar bile beni değil avukatlarımı tanırlar. Beni sadece ismen bilirler. Gölge bir hayat yaşamayı tercih ediyorum. Şuan ablamla birlikte yurt işletiyoruz, öyle yerimiz belli olsun işte. Sonra param var ama huzurum yok dedi. Büyük kızı lise son sınıftaymış, diğeri de ortaokul çağında. Ufak olan zehir gibi, Çanakkale birincisi şuan ve hiçbir sorunumuz yok ama diğeriyle başım dertte.

Büyük kızı Belgin, oğlanın birine tutulmuş, onun deyimiyle söylüyorum; 2 şişe biraya meze ediyor kendini ciğeri beş para etmez oğlanlara. Çocukta öğrenmiş tabi kim olduğumuzu, tavuk gibi yoluyor bizi diyor. En son araba almış çocuğa uzak dursun kızından diye. Ama ben napiyim, benim kızda iş yok. Bir ara canım gibi sevdiğim memleketimi bırakıp Antalya’ya yerleşiyordum. Gittim evi aldım, dayayıp döşedim ama bir türlü gidemedim yine. En son kızı Amerika’ya yollamakta buldum. Amerika’da paralı okuyacak, 500 milyar peşin yatırdım, bekliyorum liseyi bitirsin diye dedi. Hepimizin gözleri fal taşı gibi açıldı.

Ben direk ayıldım zaten, neresinden tutacağımı şaşırdım. Öyle döndüm, böyle döndüm inanmakta zorlandım uzun süre. Ama sonunda emin oldum, doğruyu söylüyordu. Ama bu kadar basit olmadığı kesindi. Yani sadece bir oğlandan uzaklaştırmak için yapılmazdı bu kadar şey. Yada rakam bizim için büyük diye belki de, bilmiyorum.

Şimdi alt metninde yatanları çözmek daha kolay olmuştu. Bir yandan dinliyor, bir yandan mimiklerini izliyor, söyleyemediklerini anlamaya çalışıyordum. Acı bir bahar hikâyesiydi bu. Zamanında kendi başına gelenlerin daha kötüsü kızının başına gelmişti.

Oğlan kuru takılıyordu, kızı da alıştırmıştı belli ki. Temizlensin diye hastanelerde yatırmışlardı gencecik yavrucağı. Oda saf bilememişti başına gelecekleri. Nüfuslu insanlar aracılığıyla mevzuyu ört bas etmişler ama kızı daha da üzülmesin diye çocuğa dokunamamıştı. Canını yakmıştı, onun tabiriyle şerefsizin biri. Belki de eskiden onunda canını yakanlardan birini hatırlatıyordu ona. Şimdi kendisinin yapamadığı şeyi yapıp, kızını uzaklaştırmak istiyordu bu diyardan. Gitsin istiyordu şuan ki aklıyla, belki daha kötü olacak, bilemez. 500 değil yüz tane 500 vermeye razıydı.

Muhabbetin sonlarına doğru az kaldı iş kurduruyorduk kendimize. Bilmem, beklide Belgin olsaydı kendi işimizin sahibi olmuştuk. Atamıza kadeh kaldırıp bitirdik geceyi, biraz şaşkın ama keyifle.